Ana içeriğe atla

İki Hafta Sonra...

Meğer... Ne çabuk geçiyormuş günler. İki hafta çoktan geçmiş, bitmiş bile...

"Hayat" devam ediyormuş, etmeliymiş.. Araba kornaları, ambulans sirenleri, maç tezahuratları, sevinç çığlıkları ve ardından gözyaşları, yeni doğumlar, kutlamalar, anlamsız kavgalar, gürültüler, yenilen yemekler eşliğinde edilen sohbetler, günlük yapılan rutinler... Hayat geçiyormuş işte. Ama biliyor musun, bu hayat bir tren gibi hızla, çok hızlı sarılmış bir film gibi, sanki ışık hızında geçiyor; ve ben dışarıda durmaktan, öylesine bakakalmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum. İşin aslını söyleyeyim mi? Nereye varacağını bilmediğim o trende bedenim, dışarıda yolda ise içim var; ruhum var; kalbim var. Ruhumun etrafında sararmış, boyumu geçen otlar, içimin her yerine batıyor; öylesine acıtıyor, içim kanıyor. Bağırmak istesem de; hatta bazen bağırsam da... Ne tren durup bana bakıyor, beni bekliyor.. Ne de içindekiler beni farkediyor. Gidiyor, ve ben "durun, beni bekleyin" diyemiyorum. Sadece, izliyorum..
 
Pes etmek, kendimi bırakmak istemiyorum; bu bana yakışmaz, yoksa o üzülür, hayal kırıklığına uğrar, "ona ne söz verdin sen" diye kızıyorum kendime, trenin içindeki yolculuğuma devam ediyorum. Yanıma yolcular oturuyor, kalkıyor, tekrar oturuyor. Hepsinin ayrı hikayeleri var anlattığı; günlerini nasıl geçirdikleriyle ilgili... Olmuyor, dinleyemiyorum, boş.. Özür dilerim ama hepsi boş geliyor. Çünkü ben aslında orada değilim ki. Evet onlara bakıyorum, evet nefes alışverişim var, evet belki yorum da yapıyorum, sohbet de ediyorum elimden geldiğince, ama ben aslında dışarıdayım, yolculuğumuza o kadar hızlı devam ediyoruz ki; ben dışarıdan öyle, bakakalıyorum.
 
Özlüyorum işte ya.. Resmine bakmaktan, hatıralarımızı anmaktan, ara ara"şöyle olsaydı daha mutlu olur muyduk", "keşke bunu da yapsaydım" "keşke daha çok yapsaydım" gibi pişmanlık duymaktan, konuşmalarımızı tekrar tekrar yaşamaktan, her gece sana dua etmekten, arada içimden beni duyuyorsun umuduyla sana konuşmaktan başka birşey yapamıyorum.
 
Yıllarca her yanına geldiğimde sana sarıldım, öptüm, karnına başımı koydum, elini hep tuttum, alnını öptüm.. Çünkü korktum, ya doyamazsam sana diye çok korktum. Hayattayken elimden geldiğince sevgimi göstereyim istedim. Belki o zaman doyarım, dedim. Evime gidiyorum hoşçakal diye sarılıp, oturma odasında her zamanki oturduğun köşe koltuğunda oturan sana el sallamış olsam da, her seferinde antreden tekrar geri dönüp birkez daha sarılırdım sana, ve elini tutardım sımsıkı, kendine dikkat et, derdim. Ne anlama geldiğini bilirdin. Gözlerimizle anlaşırdık. Kimse yokken, kimse bizi farketmeden, biz vedamızın provasını yapıyorduk belki de seninle yıllardır...
 
Hatırlıyorum da; arada bana küsmelerin olurdu.. Beni artık sevmiyor mu acaba diye düşünürdüm. Belki de birgün "olmayacağın gerçeği"ne hem kendini, hem beni alıştırmak mı istiyordun?
 
 
En azından bir dileğim gerçekleşse? En azından seni rüyamda görebilsem? Eskisi gibi dertleşebilsek? Bana eskisi gibi güç ve cesaret versen? Yol göstersen? Ya da hiç konuşmadan sadece baksak birbirimize? Bunu yapabilir miyiz?
 
Neredesin dedecim? Seni arıyorum, neredesin?
Seni bulamıyorum....


Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

SARI KIZLA SARI OĞLAN

Bir bebek gelmiş dünyaya. Gözleri masmavi bakmış; aydınlatmış adeta çevresindeki karanlığı. Öyle bir maviymiş ki, geleceğe umut saçacak gibi. Dudakları öylesine güzelmiş ki, onlar da sanki sözleriyle, dokunuşlarıyla insanlığa iyiliği, saflığı, şefkati, masumluğu öğretecek gibi. Saçları hele, altının en göz kamaştırıcı halindenmiş. İnsanlar yanına yaklaştıklarında, mühürlenirlermiş. Gidemezlermiş. Öyle kalır, bakakalırlarmış. Bebekse onlara en sıcağından, en içteninden, gözleriyle, sonra dudaklarıyla ve daha sonra minicik ellerini çırpmalarıyla gülümsermiş. Mest olurlarmış onun bu mutluluğunu görenler; çünkü bebek  onları yeniden doğmuş bebek gibi tüm günahlarından arınmış hissettirirmiş. Bebek büyümüş, büyüdükçe daha da güzelleşmiş. Altı yaşındayken en az onun kadar güzel ve masum bir kız kardeşi olmuş. Çok sevmiş onu, sanki babasıymış gibi onu korumuş, kollamış. Birlikte oynamadıkları oyun, saklanmadıkları köşe kalmamış. En sevdikleri de "kim daha çabuk bitirecek tabağındak...
Nedendir bilmem, eskiye hep bir özlem duymuşumdur. Hatırlar mısınız? Çocukluğumuzda elimize tutuşturulan anket defterlerinde bir soru vardı: Geçmişte mi, şimdide mi yoksa gelecekte mi yaşamak isterdiniz?, diye. Benim cevabım daha o zamandan belliydi; geçmişte... Geçmiş zamanlar, eski defterler, eski müzikler, eski türk filmleri, eski kıyafetler, eski insanlar ayrı bir güzel.. Hepsinin ayrı anısı, ayrı kokusu, ayrı tadı var.. Geleceğe özenenleri, teknoloji aşığı insanları anlayabiliyorum; ama asıl "gerçeklik" geçmişte değil midir? Geçmişte yaşanmamış mıdır? Geçmişinizle ilgili herhangi bir şey getirin aklınıza; çocukluk arkadaşlarınızla çocukluğunuzda oynadığınız oyunlar, eski okulunuzdan anılar, gittiğiniz tatiller, izlediğiniz ilk film, bir şarkı.. Yüzünüzde ufacık bir tebessüm oluştuysa, ne mutlu bana... Hatırlamayı unutmayın. Mutlu kalın...

YAPMA

Yapmayacaksın arkadaş, yapmayacaksın.. Sana değer vermediğini hissettiğin hiçkimse için, ilişkin ne boyutta olursa olsun, kılını bile kıpırdatmayacaksın. Sonbaharda sararan yapraklar ağaçtan düşer ya, onları toplamaya kalkışma, tekrardan yeşeremez onlar; yeşertemezsin. Bırak, yerde kalsınlar. Haketmediğin halde seni üzenler var ya, artık onlar için üzülme; çünkü onlar da seni haketmiyorlar, emin ol. İçin içini yer, tam nefes almaya çalışır, alamazsın, içinden bir sayı tut, o sayıya kadar say, bak nasıl da nefes alıyorsun. Hayata bir kere geliyorsun; sakın, sakın "neden" deyip, beyninin içinin önce karıncalanıp, sonra uyuşmasına izin verme. Yapma.