Bir bebek gelmiş dünyaya. Gözleri masmavi bakmış; aydınlatmış adeta çevresindeki karanlığı. Öyle bir maviymiş ki, geleceğe umut saçacak gibi. Dudakları öylesine güzelmiş ki, onlar da sanki sözleriyle, dokunuşlarıyla insanlığa iyiliği, saflığı, şefkati, masumluğu öğretecek gibi. Saçları hele, altının en göz kamaştırıcı halindenmiş. İnsanlar yanına yaklaştıklarında, mühürlenirlermiş. Gidemezlermiş. Öyle kalır, bakakalırlarmış. Bebekse onlara en sıcağından, en içteninden, gözleriyle, sonra dudaklarıyla ve daha sonra minicik ellerini çırpmalarıyla gülümsermiş. Mest olurlarmış onun bu mutluluğunu görenler; çünkü bebek onları yeniden doğmuş bebek gibi tüm günahlarından arınmış hissettirirmiş.
Bebek büyümüş, büyüdükçe daha da güzelleşmiş. Altı yaşındayken en az onun kadar güzel ve masum bir kız kardeşi olmuş. Çok sevmiş onu, sanki babasıymış gibi onu korumuş, kollamış. Birlikte oynamadıkları oyun, saklanmadıkları köşe kalmamış. En sevdikleri de "kim daha çabuk bitirecek tabağındaki makarnayı??" yarışı oynamakmış. Ağabey olduğu için her zaman o kazanacak diye bir şart yok ya; arada bilerek yavaş yiyip kardeşinin zafer sevincine ortak olurmuş. Kardeşi sevinçten havalara uçtukça, onun kalbi daha bir havalanırmış, daha bir gurur duyarmış kendisiyle, kardeşiyle.
Deprem olmuş. Minik ama şirin evlerinin duvarları önce çatlamış, sonra yıkılmış. Artık ne köşe kapmaca oyunları, ne de en sevdikleri makarna yarışı kalmış. Gözleri geleceği aydınlatan, umut dolu bakan o bebek, canından çok sevdiği kardeşini kaybetmiş. Artık o gözler aydınlatamıyormuş geleceği. Aydınlatamadığı gibi, artık etrafına daha bir kısık, daha bir korkulu bakmaya başlamış. Aslında çok yakınındayken o her yerde kardeşini aramış; inanmış elbet birgün bulacağına.
Bulmuş kardeşini; başka bir evde, başka bir sıcaklıkta. Evet, gerçekten de çok yakınındaymış. Girememiş içeri. Pencereden dışarıya yansıyan o görüntü her şeyi gösteriyormuş, kaybettiği kardeşi etrafına gülücükler saçıyormuş. Bozmak istememiş mutluluğunu. Uzunca bir süre baktıktan sonra, geri dönmüş kendi hayatına. Kendi hayatı mı? Bir sürü arkadaşı olmuş, hiç yalnız kalmamış; gibi gözükürken aslında çok yalnızmış. Kalabalığın arasında kaybolmuş. Eksikmiş. Özlüyormuş. Çok özlüyormuş.
Bu kalabalığın arasından bir kız çıkmış karşısına. Kendi yaşlarında, onun gibi sarı saçlı, mavi gözlü, içi içine sığmayan, kıpır kıpır bir kız. İçi ısınmış kıza, uzun zamandan sonra ilk defa birine karşı kısık, korku dolu gözlerle değil, geleceğe umut saçacak mavi gözlerle bakmış, bakabilmiş. Kızla kaynaştıkça, aslında onun da kendisi kadar yalnız olduğunu, dışarıya gösterdiğinin sadece iç göstermeyen bir maske olduğunu farketmiş. Birbirlerinin isimlerini bile daha yeni öğrenmişken, numaralarını kaydetmişler telefonlarına, sonra numara doğru mu diye telefonları uzatmışlar birbirlerine. Ama isim olarak ikisi de aynı şeyi yazdıklarından habersiz, "kardeşim" yazmışlar. Çok ama çok şaşırmışlar. Bu başka bir şey demişler; nasıl olur da ikisi de aynı anda aynı şeyleri hisseder, hissedip de aynı şekilde dillendirir? Olmuş işte. Sevmişler birbirlerini, hem de çok. Bağlanmışlar birbirlerine, sımsıkı. İyi, güzel, kötü, mutlu, mutsuz, huzurlu, komik, eğlenceli, heyecanlı her şeylerini paylaşmışlar. Bazense birbirlerinin ellerinde bulmuşlar mutluluğu. Birbirlerinden güç alırcasına el ele tutuşurlarmış, öyle dinlerlermiş etraflarında olup biteni. Bazen müzik dinlerlermiş. Dinledikleri müzikte, geçmişteki anılarını, gelecekteki hayallerini hatırlatırlarmış birbirlerine. Family Portrait'ten girer, Hotel California'dan çıkarlarmış. Birlikte güler, birlikte ağlarlarmış. Dansederlermiş sabahın ilk ışıklarına kadar. Mektuplar yazarlarmış kızgınlıklarını dile getiren, ve sonradan yırttıkları. Korurlarmış, kollarlarmış birbirlerini. Bu sevgi öylesine büyümüş ki, birbirleri için canlarını bile verebilirlermiş. Sarı kızla sarı oğlanmış onlar.
Bir gün o eve, çocuğun kız kardeşinin büyüdüğü eve gitmişler; görmüşler ki, o gülen oynayan kız aslında çok mutsuz, ve onlar gibi yalnız. Kapıyı çalmışlar, kız açmış. Öylesine güzel sarılmışlar ki.. Ağabey, kız kardeşini kucağına almış, onu öpmüş, öpmüş, öpmüş.
O zaman anlamış, onu ne kadar çok özlediğini. "Bir daha hiç ayrılmayacağız" diye söz vermişler birbirlerine. Üç kardeş bu kavuşmayı en güzel şekilde kutlamış. Artık güneşin ışığını kendileri yakıyorlarmış, hiç sönmemecesine, aydınlıkmış günleri ve geceleri.
Günler, aylar, yıllar böyle güzel, böyle sevgi dolu geçmiş. Çevrelerinden arınabildikleri kadar arınmışlar; ama bazıları onların bu mutluluğundan mutsuzluk duymuş. Sarı kızı, sarı oğlandan ayırmak için ellerinden geleni ardlarına koymamışlar. Onlar ne kadar dirense de sonunda başarmışlar.
Sonra mı? Kopmuşlar. Aradan beş, belki on yıl geçmiş, birbirlerinin ne sesini duyabilmiş, ne de haber alabilmişler. Ama hep hatırlamışlar. Aslında hiç kopmamış onlar. Sevgileri hiç bitmemiş. Sonra bir gün yolda yürürlerken karşılaşmışlar. Önce algılayamamış, arkalarına bakmadan yürümeye devam etmişler. Sonra sarı kız arkasından bir ses duymuş; kardeşim... Kız dönmüş arkasını, bakmış, kardeşi kollarını açmış, onu bekliyor. Kız koşmuş ona doğru, kavuşmuşlar. Evet kavuşmuşlar. Sonunda, yıllar sonra kavuşmuşlar. Bir çay bahçesine gitmişler, her şey eskisi gibiymiş, hararetli hararetli anlatmışlar birbirlerine. Sözler karışıyormuş arada. Bir ağızdan konuşuyorlarmış, heyecandan. Ama anlıyorlarmış birbirlerini, eskisi gibi. Eskiden bahsetmişler, gelecekten bahsetmişler, hayallerini anlatmışlar. Hayaller eski, aynı hayallermiş. Anlamışlar; hayallerini gerçekleştirmeleri için aslında birbirlerine ihtiyaçları olduğunu.
Sarı kız, sarı oğlanın elini tutmuş, son defa, hiç bırakmamacasına. "Söz", demişler birbirlerine, "bir daha ayrılmayacağız, ayrılamayız."
Sarı kız, sarı oğlanın kucağına uzanmış, ona hayallerinden bahsederken, ikisi de uykuya dalmış, rüyalarında kurdukları hayalleri, ellerinde kenetlenmiş elleri...
(
Bebek büyümüş, büyüdükçe daha da güzelleşmiş. Altı yaşındayken en az onun kadar güzel ve masum bir kız kardeşi olmuş. Çok sevmiş onu, sanki babasıymış gibi onu korumuş, kollamış. Birlikte oynamadıkları oyun, saklanmadıkları köşe kalmamış. En sevdikleri de "kim daha çabuk bitirecek tabağındaki makarnayı??" yarışı oynamakmış. Ağabey olduğu için her zaman o kazanacak diye bir şart yok ya; arada bilerek yavaş yiyip kardeşinin zafer sevincine ortak olurmuş. Kardeşi sevinçten havalara uçtukça, onun kalbi daha bir havalanırmış, daha bir gurur duyarmış kendisiyle, kardeşiyle.
Deprem olmuş. Minik ama şirin evlerinin duvarları önce çatlamış, sonra yıkılmış. Artık ne köşe kapmaca oyunları, ne de en sevdikleri makarna yarışı kalmış. Gözleri geleceği aydınlatan, umut dolu bakan o bebek, canından çok sevdiği kardeşini kaybetmiş. Artık o gözler aydınlatamıyormuş geleceği. Aydınlatamadığı gibi, artık etrafına daha bir kısık, daha bir korkulu bakmaya başlamış. Aslında çok yakınındayken o her yerde kardeşini aramış; inanmış elbet birgün bulacağına.
Bulmuş kardeşini; başka bir evde, başka bir sıcaklıkta. Evet, gerçekten de çok yakınındaymış. Girememiş içeri. Pencereden dışarıya yansıyan o görüntü her şeyi gösteriyormuş, kaybettiği kardeşi etrafına gülücükler saçıyormuş. Bozmak istememiş mutluluğunu. Uzunca bir süre baktıktan sonra, geri dönmüş kendi hayatına. Kendi hayatı mı? Bir sürü arkadaşı olmuş, hiç yalnız kalmamış; gibi gözükürken aslında çok yalnızmış. Kalabalığın arasında kaybolmuş. Eksikmiş. Özlüyormuş. Çok özlüyormuş.
Bu kalabalığın arasından bir kız çıkmış karşısına. Kendi yaşlarında, onun gibi sarı saçlı, mavi gözlü, içi içine sığmayan, kıpır kıpır bir kız. İçi ısınmış kıza, uzun zamandan sonra ilk defa birine karşı kısık, korku dolu gözlerle değil, geleceğe umut saçacak mavi gözlerle bakmış, bakabilmiş. Kızla kaynaştıkça, aslında onun da kendisi kadar yalnız olduğunu, dışarıya gösterdiğinin sadece iç göstermeyen bir maske olduğunu farketmiş. Birbirlerinin isimlerini bile daha yeni öğrenmişken, numaralarını kaydetmişler telefonlarına, sonra numara doğru mu diye telefonları uzatmışlar birbirlerine. Ama isim olarak ikisi de aynı şeyi yazdıklarından habersiz, "kardeşim" yazmışlar. Çok ama çok şaşırmışlar. Bu başka bir şey demişler; nasıl olur da ikisi de aynı anda aynı şeyleri hisseder, hissedip de aynı şekilde dillendirir? Olmuş işte. Sevmişler birbirlerini, hem de çok. Bağlanmışlar birbirlerine, sımsıkı. İyi, güzel, kötü, mutlu, mutsuz, huzurlu, komik, eğlenceli, heyecanlı her şeylerini paylaşmışlar. Bazense birbirlerinin ellerinde bulmuşlar mutluluğu. Birbirlerinden güç alırcasına el ele tutuşurlarmış, öyle dinlerlermiş etraflarında olup biteni. Bazen müzik dinlerlermiş. Dinledikleri müzikte, geçmişteki anılarını, gelecekteki hayallerini hatırlatırlarmış birbirlerine. Family Portrait'ten girer, Hotel California'dan çıkarlarmış. Birlikte güler, birlikte ağlarlarmış. Dansederlermiş sabahın ilk ışıklarına kadar. Mektuplar yazarlarmış kızgınlıklarını dile getiren, ve sonradan yırttıkları. Korurlarmış, kollarlarmış birbirlerini. Bu sevgi öylesine büyümüş ki, birbirleri için canlarını bile verebilirlermiş. Sarı kızla sarı oğlanmış onlar.
Bir gün o eve, çocuğun kız kardeşinin büyüdüğü eve gitmişler; görmüşler ki, o gülen oynayan kız aslında çok mutsuz, ve onlar gibi yalnız. Kapıyı çalmışlar, kız açmış. Öylesine güzel sarılmışlar ki.. Ağabey, kız kardeşini kucağına almış, onu öpmüş, öpmüş, öpmüş.
O zaman anlamış, onu ne kadar çok özlediğini. "Bir daha hiç ayrılmayacağız" diye söz vermişler birbirlerine. Üç kardeş bu kavuşmayı en güzel şekilde kutlamış. Artık güneşin ışığını kendileri yakıyorlarmış, hiç sönmemecesine, aydınlıkmış günleri ve geceleri.
Günler, aylar, yıllar böyle güzel, böyle sevgi dolu geçmiş. Çevrelerinden arınabildikleri kadar arınmışlar; ama bazıları onların bu mutluluğundan mutsuzluk duymuş. Sarı kızı, sarı oğlandan ayırmak için ellerinden geleni ardlarına koymamışlar. Onlar ne kadar dirense de sonunda başarmışlar.
Sonra mı? Kopmuşlar. Aradan beş, belki on yıl geçmiş, birbirlerinin ne sesini duyabilmiş, ne de haber alabilmişler. Ama hep hatırlamışlar. Aslında hiç kopmamış onlar. Sevgileri hiç bitmemiş. Sonra bir gün yolda yürürlerken karşılaşmışlar. Önce algılayamamış, arkalarına bakmadan yürümeye devam etmişler. Sonra sarı kız arkasından bir ses duymuş; kardeşim... Kız dönmüş arkasını, bakmış, kardeşi kollarını açmış, onu bekliyor. Kız koşmuş ona doğru, kavuşmuşlar. Evet kavuşmuşlar. Sonunda, yıllar sonra kavuşmuşlar. Bir çay bahçesine gitmişler, her şey eskisi gibiymiş, hararetli hararetli anlatmışlar birbirlerine. Sözler karışıyormuş arada. Bir ağızdan konuşuyorlarmış, heyecandan. Ama anlıyorlarmış birbirlerini, eskisi gibi. Eskiden bahsetmişler, gelecekten bahsetmişler, hayallerini anlatmışlar. Hayaller eski, aynı hayallermiş. Anlamışlar; hayallerini gerçekleştirmeleri için aslında birbirlerine ihtiyaçları olduğunu.
Sarı kız, sarı oğlanın elini tutmuş, son defa, hiç bırakmamacasına. "Söz", demişler birbirlerine, "bir daha ayrılmayacağız, ayrılamayız."
Sarı kız, sarı oğlanın kucağına uzanmış, ona hayallerinden bahsederken, ikisi de uykuya dalmış, rüyalarında kurdukları hayalleri, ellerinde kenetlenmiş elleri...
(
Yorumlar
Yorum Gönder