Dün sabah, işe gitmek üzere son kez 07:55 deniz otobüsüne bindim ve adadan taşındım. Oysa ki annemler pazar akşamı taşınmışlardı; ben de onlarla dönecektim İstanbul'daki evimize. Ama dönemedim. İşe son kez, adadan gitmek istedim. Farkındaydım; bir yaz daha bitmişti; ve ben istemiyordum bitmesini. Aslında yazın bitmesini değil, adadan taşınmayı, onu her yaz sonunda olduğu gibi bu yaz sonunda da terketmek istemiyordum...
Doğduğumdan bugünüme kadar yaşadığım her şeye tanık olan, her sokağında ayrı bir anımın olduğu ada. "Dili olsa da konuşşa", derler ya, öyle işte...
Neyse, son akşamımda yine her akşam gittiğim gibi, 18:15 motorundan iner inmez adanın tek fırını olan Mehtap Fırın'a gittim, "bir normal, bir çekirdekli ekmek" dedim, tanıdıklarımla sohbet ede ede evime çıktım. Anneannemlerde yemeğimi yedikten sonra, giydim eşofmanlarımı, terliğimi; dedim ki içimden "son akşam. Çık sokağa, hisset hissedebildiğince." Dışarı çıktım. Küçük ama içi pırıl pırıl olan adamın sokaklarında yürüdüm. Bizim sokağın hemen karşısındaki banklardan birine oturdum. O kadar doğaldı ki her şey, gece vakti, komşunun terlikleri, hırkası dışarıda. Öteki evin sakinleri almışlar televizyonlarını dışarıya, sokakta eşleriyle dostlarıyla izliyorlar. "İstanbul'da olabilir mi böyle şey?" dedim içimden. İşte dedim, ben huzuru burada bulabilmişim. İstanbul'un kalabalığı, gürültüsü yok. Burada sakin, huzurlu, dingin, loş ışıklı, mütevazı, içten, genetiğiyle oynanmamış, saf insanlarla dolu bir hayat var.
Heybeliada.
Doğduğumdan bugünüme kadar yaşadığım her şeye tanık olan, her sokağında ayrı bir anımın olduğu ada. "Dili olsa da konuşşa", derler ya, öyle işte...
Neyse, son akşamımda yine her akşam gittiğim gibi, 18:15 motorundan iner inmez adanın tek fırını olan Mehtap Fırın'a gittim, "bir normal, bir çekirdekli ekmek" dedim, tanıdıklarımla sohbet ede ede evime çıktım. Anneannemlerde yemeğimi yedikten sonra, giydim eşofmanlarımı, terliğimi; dedim ki içimden "son akşam. Çık sokağa, hisset hissedebildiğince." Dışarı çıktım. Küçük ama içi pırıl pırıl olan adamın sokaklarında yürüdüm. Bizim sokağın hemen karşısındaki banklardan birine oturdum. O kadar doğaldı ki her şey, gece vakti, komşunun terlikleri, hırkası dışarıda. Öteki evin sakinleri almışlar televizyonlarını dışarıya, sokakta eşleriyle dostlarıyla izliyorlar. "İstanbul'da olabilir mi böyle şey?" dedim içimden. İşte dedim, ben huzuru burada bulabilmişim. İstanbul'un kalabalığı, gürültüsü yok. Burada sakin, huzurlu, dingin, loş ışıklı, mütevazı, içten, genetiğiyle oynanmamış, saf insanlarla dolu bir hayat var.
Heybeliada.
Merhaba,
YanıtlaSilBir önceki yazınıza yorum yapan ben ise bir Büyükadalı olarak her cumartesi günü Büyükada'ya gitmeye ve pazar günü 20:05 ile geri dönmeye devam ediyorum...
Bu sonbahar amacım; dökülen kavak yapraklarının eylül ayı skalasını izlemek ve ıssız yollara savrulmuş at kestanelerinin arasında pedal çevirmeye, birkaçına ayağımla vurup sekerek ilerleyişlerini izlerken stres atarak yürüyüş yapmaya bir müddet daha devam etmek...
Mutlu günler diliyorum :)