Meğer... Ne çabuk geçiyormuş günler. İki hafta çoktan geçmiş, bitmiş bile... "Hayat" devam ediyormuş, etmeliymiş.. Araba kornaları, ambulans sirenleri, maç tezahuratları, sevinç çığlıkları ve ardından gözyaşları, yeni doğumlar, kutlamalar, anlamsız kavgalar, gürültüler, yenilen yemekler eşliğinde edilen sohbetler, günlük yapılan rutinler... Hayat geçiyormuş işte. Ama biliyor musun, bu hayat bir tren gibi hızla, çok hızlı sarılmış bir film gibi, sanki ışık hızında geçiyor; ve ben dışarıda durmaktan, öylesine bakakalmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum. İşin aslını söyleyeyim mi? Nereye varacağını bilmediğim o trende bedenim, dışarıda yolda ise içim var; ruhum var; kalbim var. Ruhumun etrafında sararmış, boyumu geçen otlar, içimin her yerine batıyor; öylesine acıtıyor, içim kanıyor. Bağırmak istesem de; hatta bazen bağırsam da... Ne tren durup bana bakıyor, beni bekliyor.. Ne de içindekiler beni farkediyor. Gidiyor, ve ben "durun, beni bekleyin" diyemiyorum. Sadece,...